Tutunabileceğimiz ne var?
09/04/2020
Nasıl ayrı düştüm evimden böyle, Olric?
Neden her istediğimi anlatamıyorum?
Neden, aynı yaşantının içinde bulunan insanlarla ilişki
kuramaz oldum?Neden, neden,neden?..
Oğuz Atay, Tutunamayanlar
Oğuz Atay'ın eserinde bu soruları kendisine soran, bir iç ses ile dış dünyaya karşı savunmasını yapan Turgut Özben karakterinin, belki birçoklarının, ta kendisidir. Adeta farkına varmadan yaşadığı hayat ile irtibatı kesilmiş gibidir bu karakterin. Adorno da aynı sorunsalın üzerinde duruyor gözükmekte. Onun bu pasajına geçmeden önce eserinin isminin içinde geçen bir tespit zaten bize gerekli ipucunu veriyor: sakatlanmış yaşamdan yansımalar. Neden sakatlanmıştır ki yaşam? Oysa biz, bizi kuşatan yaşantının içerisinde müthiş bir hızla akan zamanın sapasağlam çocukları olduğumuzu düşünüyorduk. Adorno'nun sakatlanmış olarak gördüğü yaşamın kesitlerini almaya insanoğlunun kendine "ilkel barınak" inşa ettiği an ile başlamak yolu uzatır gibi duruyor. Fakat öte yandan bu, Adorno'nun artık imkansız gördüğü barınağı ve bunu adeta hiçbir ortamda mümkün olmayacağını savunduğu fikrini anlamak için iyi bir başlangıç olabilirdi. Zaten bu "ilkel barınak" tanımının da bir milat olarak kabul edildiği ve tartışılmaya başladığı zamanlar ancak 15. ve 16. yüzyıllara kadar çekecektir mevzuyu. Üstelik bu konu hakkında "neden?" diye sormak için 17. yüzyılı bekleyen bir insan var karşımızda. O tarihlerden sonra da adeta müthiş bir ivmeyle hızlanan yaşama baktığımızda, Adorno'yu anlamak daha olası olacaktır kanaatindeyim. Çünkü ilerleyen süreçte gelinen 18. yüzyıl Goethe'nin Faust'una ait olacaktır ve artık orada "verweile doch, du bist schoen!" ( böyle kal, güzelsin!) insanın yasaklı cümlesi olacaktır. Adeta yüzyılın taarruzu altında ne olduğunu anlayamayan insanın bundan sonraki trajedisi olmuştur Faust ve kimi zaman karşımıza bu halini anlamlandırmaya çalışan bir roman karakteri olarak kimi zaman en insani olanın dahi bir zamanlar ait olduğu çevreye yabancılaştığnı simgeleyen Philemon ve Baucis olarak çıkacaktır.
Ama her durumda bize bizi anlatan bir trajedidir.
Evsizlere sığınak adlı pasajı okuduğumda işte ilk aklıma gelen Faust olmuştu. Nedeni bir yanda çok aşikar olarak duruyordu ama bu öte yandan da hakikaten bu en doğal ihtiyacın imkansızlığının kırıldığı bir nokta yok mudur diye düşünmeden
edemiyordum. Belki bizim yaşantılarımızdan çok daha farklı bir yaşam sürdüren,sözüm ona, ilkel kabileler bu kırılmaya örnek olabilirdi. Ama M.Bermann'ın ifadesi ile "katı olan herşeyin buharlaştığı" bu kaygan zeminde sürecin dışında kalabilen en ufak bir noktanın varolduğunu da düşünemiyordum. İşte Faust çağının insanlığı soktuğu, tabii ki mümessili yine insanın ta kendisi oluyor, bu doymak bilmez ve çağımızda adını "turbo kapitalizm" olarak koyan süreç bizlerin en insani olan işlerine dahi böylece nüfuz etti. Ne doğuştan gelebilecek herhangi bir olgu ne de sonradan edinilen bir deneyim bu süreci lehimize çevirmemektedir. Üstelik öyle bir zaman dilimi ki bu Faust bize nazaran daha ahlaklı kalıyor. Hiç değilse o bütün yıkımlarının, nihayetinde toplumsal faydaya yönelik olacağına inanıyordı. Oysa şimdinin Faustvâri tutumu bu meselenin yüksek tebaa tarafından manipule edilmesinden başka birşey değil. Yaşam her yönü ile referansını kaybetmeye yüz tutmuş gibi ve esaslı bir çığlık tablosu dahi vaziyeti anlatmaya kafi gelmeyebilir.
Meseleye barınma üzerinden devam edecek olursak; Adorno geleneğe de moderne de yaşam hakkı tanımıyor. Geleneksel olanı çarpıklaşan aile ilişkileri yüzünden çürütmektedir. Bu ilişkilerin neden çarpıklaştığı da aşikar. İnsana "ben" olmayı telkin eden Faust hatıra geliyor yine. Artık aile kurumu kendini bu çarkların arasına kaptırmış gözükmektedir. Dolayısı ile herhangi bir geçmiş referans şuan için hayatiyetini muhafaza edemiyor gözükmekte. Öte yandan yüzyılın çarklarına uygun üretildiği savunulacak herhangi bir konut da yine ait olduğu ontolojinin içerisinde hücrelerine kadar ayrıştırılacaktır ve hemen sonrasındaki süreçte eskiye ait olarak ölüme terkedilecektir.Adorno en ağır darbeyi, seçme hakkına sahip olmayanların yiyeceğini öngörüyor. Oysa ben herhangi bir seçme hakkını da günümüz dünyasında pek göremiyorum. Ev geçmişe bakıp artık hayıflanılacak bir tanım gibi duruyor Adorno'nun makalesinde: hiçbir şekilde önü alınamayan bu bıçkın tavrın hüküm sürdüğü çağlarda ev gibi en mahrem olanın da artık kalmadığı, kalamayacağı izlenimi veriyor ya da onu kuvvetlendiriyor. İnsanın bu tüketime dayalı (son yılların dilden düşmez tanımı) bir topluma evrilme sürecinin nihayetinde herhangi bir çıkış yolu kalmamış gözüküyor.Üstelik yeni çağın çocukları neyden, hangi durumdan çıkılması gerektiğinin ayrımına varabilirler mi bilemiyorum. Herşeyin bu yeni asır tarafından öğelerine kadar parçalanarak kullanıldığı zamanlarda herhangi bir "kendi" olmak durumundan, özel mülkiyet gibi kavramlardan bahsetmek bile Adorno'ya göre silikleşmiş hatta belki de yok olmuştur. Her ne kadar bir çözüm yolu sunar gibi makalesini bitirmek istese de bu meselenin ne denli girift olduğu izlenimi bende uyandırmasından kaçınamadım. Girift ama ümitsiz olmadığını düşündüğüm bir süreçtir bu. Evet, zamanımızda artık kişilerin kendilerine ait bir evlerinin (evi burada kişiye ait olan öznel herhangi birşey olarak kastediyorum) olması durumu adeta buharlaşıp, ortak kümeye zorunlu olarak dahil olmaktadır. Bunun karşısında , tüketim çağında yaşayan insanın Adorno'nun deyimi ile mülkiyete olan kör bağlılığını bertaraf edebilmek adına bazı şeylere sahip olması lazım geldiğini savunmak bir ahlaki tutum olarak nitelendiriliyor. Hemen ardından da ekliyor: ama bunun da sonucu yıkımdır. Zira nesneye karşı edinilen bu tavır gide gide insanın diğer insanlarla olan ilişkilerini
de gelip geçici bir belleğe ait kılacaktır. Bu bellek durumu halihazırda herşeyin tüketme odaklı yürütülmesini sağlayan en mühim tanım olarak duruyor karşımızda. Peki gereken nedir? Gelip geçici olmayacak, çağın bu sert dişlileri arasında öğütülemeyecek kadar sert, buharlaşamayacak kadar katı fakat koşulları karşısında esnekliği ile zamana uyabilecek olan birşey var mıdır gerçekten?
Belki insanlık yaşayacağı toplu bir şokun ardından bunun da cevabını bulacaktır.
2015, İstanbul