Kentsel Olarak Nereye ve Neye Dönüşüyoruz?

04/05/2019

Almanca’da “bauen” inşa etmek için kullanılıyor olmasına karşın bu kelime oturmak anasına gelmektedir. Demek ki kelimenin asıl manası olan “oturmak, ikamet etmek” yitirilmiş vaziyette. Buradaki asıl mesele bu kelimenin önceden oturmak anlamına geldiğini göstermek değil, o oturma yerini nasıl düşünmemiz gerektiği ile ilgili bir rota belirliyor olmasıdır. Oturmak denildiğinde biz diğer davranışlarımız gibi bir eylem anlıyoruz. Hatta günlük dilde de şurada çalışıyoruz burada oturuyoruz şeklinde bir kullanım var. Ama “bauen” dilden birtakım bilgiler getirirken öte yandan “oturma yeri”nin nerelere dek uzandığını söylemektedir. Esas itibari ile “bauen” kelimesi “ich bin” (ben, varım) ile aynı sözcüktür. Buradan çıkan sonuç; oturmak ile var olmak arasında bir bağ olduğudur. Varım, oturuyorum. Yani bizim dünya üzerinde varolma biçimimiz oturmadır. İnsan olmak, ölümlü olarak varolmak, oturmak demektir. Oturmak ile inşa etmek arasında bir amaç-araç ilişkisi vardır. Ancak bu iki faaliyeti bizler uzun zaman birbirinden ayrı gördük. Şuan için de geçerli olan yaygın kanaat bu ikisinin birbiri ile alakaları olmadığı şeklinde gelişmektedir. Günümüzdeki kentsel dönüşüm algısı da bu uzaklığı perçinlemektedir. 

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın hazırladığı bir sunumda kentsel dönüşüm; kentsel sorunlar ve ihtiyaçlar göz önüne alınarak bir bölgenin ekonomik, toplumsal ve mekansal özelliklerinin incelenmesi sonucunda uygulanabilir bir yol haritasının oluşturulması ve kentsel dönüşüm insan odaklı bir uygulama olup amacı; yaşanılabilir standartlarda kentler oluşturmak şeklinde tanımlanmaktadır (https://www.csb.gov.tr/dosyalar/images/file/kentsel%20donusum.pdf). Artık dilimize pelesenk olmuş “kentsel dönüşüm” hareketi ile son yıllarda konut, apartman, yerleşke vs. türünden kelimeleri çokça duyar olduk. Bütün bunlara bineaen kentsel dönüşüm insan odaklı yerinde gayretlerin yanında en asgari metrekare kullanımı ile en çok para geliri elde etme gibi sufli sebeplere de bağlı olarak gelişen bir süreç, bir fantazmagori haline gelmiş bulunuyor. İstanbul’da Kağıthane, Kadıköy vb. birçok alanda kentsel dönüşümle ilgili imar faaliyetlerine şahidiz. Belediyelerin imar planları, yapı tasarımında belirlediği ilkeler, ada veya arsa yapılaşma izinleri, bankaların kredi-faiz politikaları, şehir içi ulaşımda gözetilen kimi öncelikler vs. gibi birçok yönetmelik ve karar dahilinde ilerleyen süreçle birlikte İstanbul’un çehresinin yenilendiğini, değştiğini görüyoruz. Bu yenilenmenin arka planda getirdiği veya getireceği kimi problemleri ne kadar görebiliyoruz? Depreme dayanıklı, yeni malzemelerle inşa edilmiş konutların mülk sahipleri için taşıdığı avantajları inkar ediyor değilim. Sadece her avantajın yanında bir dezavantajı da getireceğinin altını çiziyorum. Üstelik ortaya çıkan tabloda dezavantajımızın yüksek olduğunu düşünüyorum. 

İstanbul ölçeğinde kentsel dönüşüme bakıldığında sanayinin desantralizasyonu, Ar-Ge merkezi, finans merkezi gibi odakların eklemlenmesi vb. örnekler görülebilir. Bu da esasen, küresel ekonomi paralelinde, Avrupa ve Amerika’da FIRE (FIRE : Finance, Insurance & Real Estate Daha detaylı bilgi için http://www.itulip.com/forums/showthread.php/891-Saving-Asset-Price-Inflation- and-Debt-Induced-Deflation?p=6738#post6738) diye kısaltılan finans, sigortacılık ve gayrımenkul sektörlerine ve bunlarla ilintili olan ulaşım, altyapı, iletişim gibi faaliyet alanlarına öncelikli yönelimin olduğunu göstermektedir. Bu girdilerin de kentteki karşılığı hızlı bir şekilde değişen kent yüzü ile kullanıcısının değişen  yaşam şekli olarak ifade bulmaktadır. İstanbul ölçeğinde bu faaliyetlerin devlet eliyle de özel sektör eliyle de gerçekleştirildiğini görüyoruz. Son yıllarda gayrımenkul sektöründe adeta bir patlama yaşanmakta, kimi zaman Varyap Meridian, Batışehir gibi büyük ölçekte kimi zaman 10 daireli bir apartman gibi daha küçük ölçekli projeler olarak karşımıza çıkmaktadır.Bununla birlikte devlet eliyle gerçekleştirilen ( 3. Boğaz Köprüsü ve Kuzey Marmara Otoyolu Projesi gibi) veya gerçekleştirilmesi planlanan projeler ( Kanal İstanbul Projesi gibi) söz konusudur. Bütün bunlarla birlikte İstanbul inşaat sektörü için son yıllarda hummalı çalışmaların yürütüldüğü ve ne yana baksak bir şantiyeye rastlayabileceğimiz bir sürece sokulmuş durumda. Hatta tarihi yarımada üzerinde dahi ciddi projelerin gündeme geldiğini görmekteyiz. İstanbul’daki bu dönüşümün gerekçelerini aradığımızda 1970’li yıllara kadar uzanmamız gerekiyor. Genel olarak kentlerin metropole devşirilme hallerini başlatan hareketler dünya ekonomisinde 1970’ten sonra yaşanan gelişmelerden kaynaklanmaktadır. Zira, daha önce M. Castells’ten verdiğim örnekteki SSCB’nin çöküşü, Soğuk Savaş’ın sona ermesi, kapitalizmin yeniden strüktüre edilişi,çeşitli toplumsal hareketler, küresel ekonomik faaliyetlerin gelişimi vs. süreçlerin çözünürlükleri bu yıllarda netleşmiştir. O yılların ardından da sermayedarın Fordist üretim alışkanlıklarından post-Fordist üretime geçişini görüyoruz ki, bu bir anlamda üretimin daha esnek olması ile zamansızlık gibi, yine M.Castells’in değindiği bir husus olarak, çağa has üslupları bünyesine katması ve gittikçe cılızlaşan sınırların artık iyiden iyiye eridiğinin bir tezahürü olarak karşımıza çıkmıştır. D. Harvey’in Yeni Emperyalizm adlı eserinde değindiği üzere; bu yıllarda artık üretimden kaynaklanan artı değerin ( P’-P) tekrar üretime sokulduğu, arz-talep dengesinin öne çıkartılarak talebe göre üretimin yapıldığı, ki bu da artı değerin birikimine sebebiyet vermiştir, bir sürece girilmiştir. Biriken artı değerin gayrımenkule aktarılması ile de süreç ateşlenmiştir. Kent bu süreçten sonra giderek metalaşmış ve önceden kullanım değeri üzerinden değerlendirilirken şimdi bir yatırım alanı olarak değer kazanmıştır.

Günümüzdeki sürece baktığımızda da ,İstanbul örneğinden göreceğimiz gibi, bu değer tanımı ile birlikte kent bir pasta halinde dilimlenmekte ve kimin nerede yaşayacağı, hangi sektörün nereye aktarılacağı, hangi gelir grubunun nereden ne kadar kazanç sağlayacağı gibi kararlar bu sistem dahilinde ele alınmaktadır. Küçük bir örnek olarak Kağıthane’den bahsetmek gerekirse; burada gerçekleştirilen çeşitli yatırımlardan sonra - bilhassa İnönü Caddesi aksı üzerinde çeşitli bankaların genel müdürlükleri için inşa ettirdikleri gökdelenler ,metro güzergâhının burada evvelce inşa edilmiş olması, E-5 karayoluna bağlantısı vs., mevcut konut kiraları ve bedelleri birden yükselmiş ve yükselmekte, yeni yapılacak  konutlar için de müteahhit kârı maksimize edilirken mekan kalitesi, ergonomi, ısı adacıkları vs. gibi son derece mühim konular gözardı edilmektedir. Üstelik mal sahibi insanların müteahhitlerdeki kârı yükseltme gayretlerinden nasiplenmek istercesine bu fiyatların tırmanmasından hoşnut olmaları , gittikçe dikeyleşen yapıların arasında dikkatle bakan biri için soru işaretleri bırakacak şekildeki cadde, sokak çalışmaları ve benzeri durumlar sadece burası için bile gelinen noktada ciddi bir hususa dikkat  çekmektedir. İnsanlar tüketim toplumunun davranışlarını kendilerinde karakterize etmekte  ve bu fetişist tavır uğruna zarar verdikleri hayat kalitelerini ,gündem etmeyi geçelim, fark bile edememektedirler. Bu örneğin daha büyük ölçekli hallerinde durumun pek farklı olduğunu ya da olacağını sanmıyorum. İstanbul’u saran bu furya ile birlikte şehrin yıpranan dokusu ile birlikte kullanıcılarının da bu yıpranmadan paylarına düşeni aldıkları bir gerçektir.